Bir Varlık Anlayışı Olarak Hayır

ales krivec n atikx b00 unsplash

“Bismillâh” her hayrın başıdır.

“Besmele ile başlanmayan her önemli iş, sonuçsuz kalır.” (İbn Mâce)

Bismillah her hayrın başıdır.” ifadesinin Risale-i Nur Külliyatı’nın girişinde yer alması dikkat çekicidir. Zira “hayır” ve “şer” anlayışlarındaki farklılık, İslamiyetle diğer varlık anlayışları arasındaki en önemli farklılıklardan birisini teşkil etmektedir.

Varlık Hayırdır

Risale-i Nur’un temsilcisi olduğu Kur’ânî bakış açısı itibariyle; “Hayr-ı mutlaktan hayır gelir, Cemîl-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.” (Sözler)

Bu bakış açısından “alemin yaratılmasından asıl maksad, yalnız güzellik ve hayır ve hak ve kemâl”dir. (Muhakemat) “Varlık ise hâlis hayır ve nur”dur (Lem’alar) ve “bütün güzellik ve kemâlâtın varlığa bakması ve bütün günahların, musibetlerin ve eksikliklerin kökeninde yokluk olması; varlığın, mutlak hayır; yokluğun mutlak şer olduğuna delil teşkil etmektedir.” (Sözler)

Gelse cemalinden safa, yahut celalinden cefa… Nârın da hoş, nurun da hoş.” ifadesiyle özetleyebileceğimiz İslam varlık anlayışa göre, “Her şeyde, en çirkin görünenlerde bile gerçek bir güzellik yönü vardır. Ya bizzat ya da neticeleri itibariyle güzeldir.” (Sözler)

Varlığın gerek cemali cilveler gerek celali tecelliler itibariyle, bizzat veya neticesi itibariyle hayır olduğu kabul edildiğinde akla gelen soru; varlıkta var olmamaya nispetle gözetilen hayrın ne olduğudur.

Maksat olan Hayır, Hakk’ın Bilinmesi

Muhakkik sûfîler, varlığın sebebini Cenâb-ı Hakk’ın bilinmek istemesinde; varoluşun nihayetindeki hayrı ise O’nun bilinmesiyle gerçekleşen marifetullahta görmüşlerdir. Bu bilinme maksadı ise kâmil manada insan ile gerçekleşmektedir.

Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır.Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır.” (Mektubat)

Ancak bu gaye çapındaki hayır, varlık aleminde, neden sonra gerçekleşmiş değil; başta, ilim planında takdir edilmiştir. Bu anlamda “Besmele” kelamı Cenâb-ı Hakk’ın teşriî kitabı olan Kur’ân-ı Hakim’in çekirdeği olduğu gibi; insan dahi yaratılış kitabı olan varlık ağacının çekirdeği, başı yani evvelidir.

Bu hakikati ifade sadedinde hakiki İnsan-ı Kamil olan Allah Resulü “Biz sondan gelen ilkleriz” buyurmuş ve “Ben nebî iken, Adem ruh ile ceset arasında bulunuyordu.” (Aclûnî) beyan ederek; “Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş/cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan yaratılmadan evvel ilk yaratılanın kendi nuru” (Aclunî) olduğu hakikatini şerh etmişlerdir.

Evvelde yer alan çekirdekte ağacın şekli ve teşekkülü, keyfiyet ve kemiyeti itibariyle nasıl yazılmış ise; varlık ağacı da “nüsha-ı musaggarı” olan hakiki İnsan-ı Kâmil’de yazılıp, kodlanmıştır.

“İnsan, hilkat semeresi olduğundan anlaşılır ki insanlardan bir çekirdek var ki Cenab-ı Hak, yaratılış ağacını o çekirdekten yeşertmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemalin ve belki insanlığın yarısının ittifakıyla yaratılanların en faziletlisi, insanların seyyidi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.” (Mesnevi-i Nuriye)

Dolayısıyla evvelden ahire, bâtından zâhire yaratılışın her safhasında farklı dillerle, kesintisiz bir surette açığa çıkan, “nüsha-i camia/nokta-i câmia” olan İnsanda saklı bulunan bu büyük hakikatdir.

Hz. Adem’den bugüne başta Allah Resulü (aleyhissalatu vesselam) olmak üzere nebiler ve onların hakiki varisleri olan âlimler de, varlığın yaratılışındaki gaye çapındaki külli hayır olan bu bilme ve bildirme misyonunu icra etmektedirler.

Hilafet Rütbesi, Emanet Vazifesi

Bu anlamda Üstad Bediüzzaman’ın Birinci Söz Risalesinde Besmele-i Şerife, Allah’ın “adıyla” değil “adına/namına” şeklinde mana vermesi, hilafet kavramına yaklaşımda tercihini net bir şekilde ortaya koymaktadır. 

Besmeleyi zikretmekle, ism-i has olan “Allah” ismini her işinin başında anan insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün güzel isimlerine mazhariyetle, şahsı hesabına değil, Hak namına işe koyularak, hilâfet rütbesiyle emanet vazifesine ait yüksek mevkiini bildirmekte ve belirli isimlerin görünür olduğu diğer varlıkların üzerinde bir mevkide yaratılmakla, onlar üzerinde maddî-mânevî tasarruf yetkisine sahip olduğunu ve mümin-kâfir, canlı-cansız, şuurlu-şuursuz mahlukatın kendisinden selâmette bulunduklarını ilan etmektedir.

Biz âdemoğulları tâifesi ise, bir emanet-i kübrâ rütbesi ve hilâfet-i zemin vazifesiyle diğer mevcudât kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz.” (Emirdağ Lâhikası 2)

Tarihin başında tâlim-i esmâ vâkıasıyla eşyanın vekilleri olan isimlerini bildiren ve böylelikle Hakk’ın vekili olduğunu melekûta ispat eden Âdem/İnsan, bu memuriyetini kâmil temsilcileri vasıtasıyla kıyamete dek ispat etmek durumundadır. Böyle muallâ bir mevkide yaratılan İnsan, hilâfetin hakkını yerine getirirken, Besmele’yi istimâl etmekle, mevhum havl ve kuvvetinden sıyrılmakta ve Cenâb-ı Hakk’a intisabının kuvveti, niyetinin ameline rüçhaniyeti nisbetinde hayra sevk edilmektedir.

Besmele ile Kuvvetli İrtibat

İnsanın Besmele kelimesiyle nasıl benzersiz bir kuvvete bağlandığı ve vesile olduğu şu şekilde ifade edilmiştir:

Bismillah kudret-i ezeliyenin taallûk ve tesirini celp eder. Ve o taallûk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse, hiç kimse, hiçbir işini Besmelesiz bırakmasın! (İşârâtü’l-İ’câz)

Aynı manayı ifade sadedinde Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri, Hak dostlarının, “kudret-i ezeliyenin taallûk ve tesirini celb etmek adına”hiçbir işlerini Besmelesiz bırakmama hususunda gösterdikleri hassasiyeti şu cümlelerle ifade etmektedir.

Bil ki: Her şahıs için bâtınında ‘kün’ emrinden bir kuvvet mevcuddur. Yani bu kuvvet, bir şeye bir kimsenin ‘ol’ dediği zaman o şeyin derhal oluvermesinden ibarettir. Fakat bu kuvvet şahsın zâhirinde yoktur. Şahsın zâhirinde olan şey sade mutad olan fiilden ibarettir. Fakat cennette ehl-i cennet için zikri geçen bu kuvvet mevcuttur. Sonra bu kuvvet ricalullahtan bazı kimselere dünya hayatının zâhirinde dahi ihsan edilmiştir. Bunlardan bir kısmı bu kuvveti ahzedip onunla tasarruf ederler. Ve bunların bir kısmı da bu kuvvet kendilerine verildiği hâlde onunla tasarruf etmezler. İşte bu kısım, üdebâ-yı ilâhiye denilen tâifedir. Sade bunlar işlediklerini şeytanın müşareketinden kurtarmak için dâima ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ ile işlerler. Ve bu kimseler Hak Tealâ ile sebepleri, ef’âl-i ilâhiyyeye müşârik tutmaktan bu suretle dâima salim kalırlar. Onun için bu kimselerin Besmelesiz bir işleri yoktur. Vallahu a’lem.” (İbn Arabi, Mârifet Kitabı)

Bu anlamda insanın, “bütün esmâ-yı hüsnânın ifade ettiği mânâlarla bütün sıfât-ı kemâliyeye, bililtizam delâlet eden” (Mesnevî-i Nuriye) “Allah” lafza-yı celâlini her işin başında Besmeleyle zikretmesi; sebeplerin tesirsizliğini bilip, her türlü şahsî havl ve kuvvet vehminden sıyrılarak tam tevhide ermesi ve Cenâb-ı Hakk’ın halifesi ünvanıyla, varlığın yaratılış gayesi ve neticesiyle tam uyumu yakalaması anlamına gelmektedir.

Her Hayırlı İşin Başı

Bu sebeple insanın “Bismillâh” kelâmını her hayrın başında zikri; gayesi esmâ-yı ilâhîyi, dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ı bildirmek ve tanıttırmak olan varlığın hakikatiyle buluşmak ve bütünleşmek adına bir gerekliliktir. Bu hâlin kesintisiz devamı adına da insanın her işinin başında Besmele-i Şerif’i zikretmesi gerekmektedir.

Zaten Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz, “Besmele ile başlanmayan her işin bereketsiz olacağını ve devam etmeyip güdük kalacağını” açıkça ifade etmiştir. (İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel, el-Müsned)

Evet; “Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcât dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat; Bismillah gibi ve hâkezâ…” (Mektubat)

Bu cihetle insanın Bismillah kelâmını her meselesinde zikretmesi; varlığın yaratılış gayesi mesabesindeki emanet rütbesini bihakkın taşıdığının ve hilâfet vazifesini bitamamiha eda ettiğinin ispatı olduğu gibi, Hakk’a intisabını ilan ve tecdid-i biat manasını da taşımaktadır.

Bismillahirrahmanirrahim cümlesi, Arş’ı Ferş’e bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardır. Değil yalnız ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır.” (Sözler)

Bu surette Besmele’yi devamlı bir surette istîmal eden insan, yeryüzünde semâdan kopuk bir arzlı olmaktan çıkıp, semânın hilâfet payesiyle serfiraz aziz bir yaver-i kerim seviyesine yükselmektedir.

Bismillahirrahmanirrahim yukarıdan nüzûl ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-yı musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferş’i Arş’a bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur.” (Lem’alar)

Bu Kelâm, Güneş Gibidir

Risale-i Nur’da Kurânî varlık anlayışını işaretleyen bu ilk cümleyi takip eden bu ikinci cümlede “onunla başlarız” yerine “ona başlarız” denmesi de dikkat çekicidir. Bu ifadeyle, Birinci Söz Risalesi’nde Besmeleyle başlamanın ehemmiyetinden öte Besmele’nin bizzat kendisinin konu alındığı vurgulanmaktadır.

Zira “Bu kelâm, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir; başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. ‘Bismillâh’ başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor, ikinci bir ‘Bismillâh’ daha lâzım değildir.” (İşârâtü’l-İ’câz) ifadesinden de anlaşılacağı üzere Besmele’nin diğer ayetlerin okunmasına vesile olmasından önce evvelen ve bizzat kendisinin bir ayet olması söz konusudur.

Evet, “Bismillah öyle müstakil bir nurdur ki bu nur, hiçbir şeye bağlı değildir.”(İşârâtü’l-İ’caz)

İfadedeki bütün bu inceliklerden, Birinci Söz Risalesi’nin, her işe Besmele ile başlamanın ehemmiyetini ele almaktan öte; bizzat bir ayet olarak Besmele’nin ve Kainat’ın besmelesi mesabesindeki İnsan’ın tefsirine dair olduğu anlaşılmaktadır.

Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *