“Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.”
“Elbette bunda, içinde bir kalb taşıyan veya zihnini derleyip toplayarak can kulağıyla dinleyen kimseler için alacak bir ders vardır.” (Kaf, 50/37)
Risale-i Nur’un irşad metodunda dikkat çekici noktalardan biri, okuyucunun öncelikle kendi nefsini muhatap alması gerektiği vurgusudur. Bu yaklaşım, sadece bir metin okuma biçimi değil; aynı zamanda manevî terbiyeye açılan bir kapı ve bir tahkik yoludur. “Usulün esasa mukaddem olması” esprisine bağlı olarak, Sözler kitabının hemen girişinde, bu prensibe kuvvetle vurgu yapan bir paragraf bizi karşılar.
Bu kısa paragrafta ve devamında, “nefsimle beraber dinle”, “nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum”, “nefsime demiştim”, “nefsime diyeceğim”, “bil ey nefsim” şeklinde tam beş kez doğrudan nefsin muhatap alındığı görülmektedir. Delile dayalı, tefekküre yönelik, aklı ikna etmeyi hedefleyen, burhanî bir metnin girişinde, akıldan önce nefsin muhatap alınması dikkat çekmektedir.
Kardeşlik Vurgusu
Okuma usulüne dair bu kısa ihtarın başında ikaz için kullanılan “ey” hitabının Arapçadaki karşılığına dair, İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde şu tespitlere yer verilmektedir.
“Kur’ân-ı Kerîm’de sıkça geçen يَۤا أَيُّهَا hitabı, üç yönüyle ve üç farklı edatla vurgulanmıştır:
يَا harfi, uyarı anlamı taşır ve muhatabı ikaz etmek için kullanılır.
أَيُّ kelimesi, bir şeyi bulmak için işaret ve ayırt etme amacıyla kullanılır. Türkçede “hangi” anlamına gelir.
هَا harfi, gafletten uyandırmak ve dikkat çekmek için kullanılır.” (İşârâtü’l-İ’câz)
Bu bağlamda gaflettten ayıltmak için kullanılan “ey kardeş” hitabını hem kardeşliğe yönelik bir ihtar, hem de muhataba verilen kıymeti ifade eden samimi bir iltifat olarak değerlendirmek mümkündür.
Tarih boyunca İmam Gazâlî, Abdülkâdir Geylânî gibi kudsî mürşidler muhataplarına genellikle “Ey oğul!” tarzında nasihat ederken; Üstad Bediüzzaman’ın talebelerine “Bil ey aziz kardeşim!”, “Aziz, sıddık kardeşim!” diye hitap etmesi dikkat çekmektedir. Üstad Hazretleri, “Aziz, sıddık” hitabıyla talebelerine izzetlerini ve sadakatlerini korumalarını ihtar ederken; “kardeşim” ifadesiyle de onları Kur’ân’ın rahle-i tedrisinde birer ders arkadaşı konumuna yükseltmektedir.
Üstad Bediüzzaman’ın, “Mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid arasındaki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer.” (Lem’alar) diye özetlediği bu samimi yaklaşım sayesindedir ki, nur talebelerinde “Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkma” (Mektubat) özelliği vücûd bulabilmektedir.
Ayrıca Üstad Hazretleri’nin “ey mağrur nefsim” gibi nefsini itap eden hitapları da okuyucunun, nefsini muhatap alarak, ders alabilmesi ve empati geliştirip, hayalen kendini metnin muhatabı farz etmesine yardımcı olmaktadır.
Talep Etme ve Talebelik
Mâlum olduğu üzere; “Din nasihattir…” (Buhârî, Müslim) ve nasihat isteyene nasihat etmek müslümanın vazifelerinden olması cihetiyle Üstad Hazretleri, dinî bir vecibe sayılan bu talebi karşılıksız bırakmamaktadır. (Müslim) Kendisine nasip olan ifade nimetiyle, talebelerine nasip olan istifade nimetinin buluştuğu ortak zeminde meydana gelen Nur Külliyatı’nın tesirindeki kuvveti biraz da burada aramak gerekir.
“Cenâb-ı Hak onlara (nur talebelerine) ders-i Kur’âni’de verdiği istifade nimetiyle Üstadlarına ihsan ettiği ifade nimetini beraber kılmış, mukarenet vermiş.” (Lemalar).
“İstedin” ifadesiyle, talep etmenin gerekliliğini ve dolayısıyla talebe olma bilincini nazara veren Üstad Hazretleri, bu derslerden ancak talep nispetinde istifade edilebileceğini ihtar etmektedir. Zira talep etmeyen bir kimseye en müessir vesilenin dahi tesir etmesi mümkün değildir. “Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı.” (Emirdağ Lahikası 1) ifadesiyle de bu gerçek vurgulanmaktadır.
“O hâlde sen nasihatin tesir edeceği ümidiyle nasihat et! Allah’a karşı haşyet duyan, düşünüp ders alır.” (A’lâ, 87/9,10) ayetinde beyan edildiği üzere, inanarak nasihat etmek irşad makamındakiler için mühim bir vazife olduğu kadar, ders almaya yönelik dikkatle ve edeple dinlemek de muhataplar için ciddi bir sorumluluktur.
Nefsimle Beraber Dinle
Zübeyr Ağabey, Nurlar’dan istifade etme yolunun nefse hitaben okumaktan geçtiğinin üzerinde ısrarla durur. Bu yaklaşım, ilmî ve irfanî eserlerden hakikî istifade adına geçerli olan umumi bir düsturdur. Malum olduğu üzere insan gözüyle bakarken, aklıyla görmektedir. Benzer şekilde işitmek, kulağa ait bir fonksiyon iken; dinlemek, nasihat almaya niyet etmiş bir kalbin saf ve şuurlu amelidir. Bu sebeple irşaddan istifade kafa kulağıyla işitmekten öte; can kulağıyla dinlemeye bağlıdır.
Bu cihetle Üstad Bediüzzaman’ın “nefsimle beraber dinle” ifadesini, “nefsinle beraber dinle” şeklinde anlamak yerinde olacaktır. “Risaletü’n-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmâresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir…” (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî) diyen Üstad Hazretleri Nur Risaleleri’nin tesirindeki sırrın, nefse hitap ederek yazılması ve okunmasında yattığını belirtmektedir.
Üstad’ın “gazete gibi okumayınız” tembihini de eserlerin dikkatli, derinlikli okunması gerektiği kadar; mâlûmat edinmek maksadından bağımsız, nefsi ıslah etmeye yönelik okumak gerektiği şeklinde anlamak yerinde olacaktır. Zira Risale-i Nur’un anlamadan sırf teberrüken okunması istifadeyi kısıtladığı gibi; nefsi muhatap almadan salt aklî meseleler gibi okunması da istifazeyi engellemektedir.
“Risale-i Nur, diğer ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki tahkikî iman ilimleri, başka ilimlere ve maarifetlere benzemez. Akıldan başka çok insani latifelerin de gıda ve nurlarıdır.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî)
İhtiyaç Hissetmek
“Nefislerinizi temize çıkarmayın.” (Necm, 53/32) ayet-i kerimesi gereğince, bir mümin nefsini ne kadar muhtaç görüp, ne kadar ızdırar içinde Rabbine yönelirse, o nispette mânen sıhhat bulacağı söylenebilir. Zira fıtrî ihtiyaç ve zaruret hâllerinde yapılan duaların ekseriyetle makbul olduğu malumdur. Bu anlamda, ebedî hayatı kazanma istikametinde en fıtrî ihtiyaç olan iman hakikatlerini ihlasla talep etmek, nefsin temizlenmesi ve terakkisi adına sırlı bir anahtar hükmündedir. Talep etmek ise ihtiyaç hissetmeye bağlıdır.
Risale-i Nur’un telifi hususunda, “Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle yalvarmaktır. Dert benimdir, deva Kur’ân’ındır.” (Mektubat) diyen Bediüzzaman Hazretleri; âb-ı hayat hükmündeki bu eserlerin ruhundan doğan bir ihtiyaca binâen, âni ve def’î olarak ihsan edildiğini ifade etmektedir.
Bilimsel ve teknik gelişmelerin dahi ihtiyaç ve zaruretlerin sevkiyle vücut bulduğu hatırlanacak olursa, manevî terakki için ihtiyaç hissedip talep etmenin bir ön şart olduğu açıktır. Buna karşılık, kendi aklını yeterli görerek nasihate, terbiyeye ve irşada ihtiyaç duymayan; iman hakikatlerine karşı müstağni ve lakayt kalan ham ruhların mânen terakkî etmesi ise mümkün değildir.
Kendini yetkin gören bir nefs, arama, öğrenme ve bulma vetiresine giremeyeceğinden, ilk adımın nefsi kınamakla başladığı söylenebilir. Zira terakki zembereğini çeviren levmdir ve müterakki ruhların, saflaşmış nefislerinin deseni levm atkılarıyla dokunmuştur. Bu sırdandır ki Kur’ân-ı Kerîm’de nefs-i levvâmeye, yani kınayan nefise yemin edilmiştir.
Nefse Güvenmemek
Nefsine her daim “herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim” (Sözler) nazarıyla bakan ve “Nefsini beğenen ve nefsine itimat eden, bedbahttır.” (Mektubat) diyen Üstad Bediüzzaman; “Hâlık-ı Rahîm’ime yüz binler şükrolsun ki; kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmâreyi, başkalarına beğendirmek arzusu kalmamış.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî) buyurarak, “nefsinde, torbasında, kusur, naks, acz, fakrdan başka bir şeyi bırakmama” (Mesnevî-i Nûriye) esasının azim neticelerini şu şekilde özetlemektedir:
“Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu gören, itiraf eder. İtiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, affa müstehak olur.” (On Üçüncü Lem’a)
Bu sebeple Üstad Hazretleri:
“Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım.” (Sözler) şeklinde ders vermekte ve irşad usulünü temellendirmektedir:
“‘Ey insan!’ dediğim vakit, nefsimi murat ediyorum.” (Lem’alar) diyen ve “Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım.” (Sözler) buyuran Üstad Hazretleri; “kendi nefsine kazandırdığı iman hakikatlerini ve nefsinde tecrübe ettiği mânevî ilâçları, başka insanların da istifadelerine sunmak üzere o kapıyı açık bırakmıştır.” (Şuâlar)
Kısaca ve Avâm Lisanıyla
“İnsanlara akılları nisbetinde konuşun.” (Ebû Davud) nebevi ikazı gereğince, halkı irşada yönelik eserlerin en belirleyici vasıflarından birisi de umumun istifadesine açık olmalarıdır. Zira; “Biz peygamberler topluluğu, daima insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde konuşmakla emrolunduk.” (Zebidî) buyrulmuştur.
Bu bağlamda, “kısaca ve avâm lisanıyla nefsime diyeceğim” ifadesi; ulûm-u imaniyeye dair hakikatlerin, herkesin anlayabileceği ve istifade edebileceği bir sadelikle sunulması gerektiğine işaret etmektedir. Bu sadece Risale-i Nur’a ait değil, irşada yönelik tüm dinî eserlerde bulunması gereken müşterek bir vasıftır. Kur’ân-ı Kerîm’in üslubu da bu yöntemin en parlak örneğidir.
“İrşadın tam ve tesirli olmasının birinci şartı, cemaatin anlayışına göre olması lâzımdır. Cemaat, avâmdır. Avâm ise, hakâiki çıplak olarak göremez; ancak onlarca bilinen ve alışılmış üslûp ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm, yüksek hakikatleri, müteşâbihat denilen teşbihler, misaller, istiarelerle tasvir edip, halkın anlayışına yakınlaştırmıştır.” (İşârâtü’l-İ’câz)
İstemek, Beraberlik ve Dinlemek
Son olarak, “Kim isterse beraber dinlesin” ifadesiyle, Risale-i Nur’dan istifadenin üç temel esasa dayandığı tekrar vurgulanmaktadır: istemek, beraberlik ve dinlemek.
Bu vurgu, risalelerin “ders” ve “sohbet” halkalarında beraberce müzakere edilmesi gerekliliğine işaret ettiği gibi; “Siz de bu biçare kardeşinizi risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mâni olmaz.” (Kastamonu Lahikası), “Üstadınız olan Said ise, her bir risaleyi açtıkça onunla sohbet edersiniz.” (Barla Lahikası) sırrınca; eserlere ihlâsla yönelip, kalben dinleme gerçekleştiğinde, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve müellifiyle manevî bir beraberlik tesis edilip, himmet ve tasarruf kapılarının açık olduğu müjdelenmektedir.
Bu cümleden hareketle, Risale-i Nur’dan istifade ve istifaze yollarının üç esas üzerine kurulu olduğu söylenebilir:
İstemek – Yani samimi bir talep ve ihtiyaç hissiyle yönelmek,
Beraberlik – Yani sohbet halkalarında ya da metinler üzerinden manevî beraberlik kurmak,
Dinlemek – Yani işitmekle kalmayıp, nefsi muhatap alarak kalben dinlemek.
Cenâb-ı Mün’im-i Hakikî, samimi bir teveccühle eserlere yönelen her bir Nur talebesini, bu manevi sofradan hakiki istifadeye mazhar eylesin. Âmin.
Leave a Reply